Bahçedeki incir ağacının altında tek başına oturuyordu. Gölge bile ona karışmıyordu.
Gölgenin içine sinmiş sessizliğe rağmen çevresinde dolaşan bir kadın vardı; adam bu kadını tanımıyordu. Yabancı kadın konuşuyor, bir şeyler anlatıyor, arada gelip yüzünü okşuyor, saçlarını düzeltiyor, “Aç mısın?” diye soruyor, “Su ister misin?” diyordu. Bazen gökyüzünü işaret edip, “Bak, leylekler gidiyor,” diye fısıldıyor; bazen de bahçedeki ortancaları gösterip överken, adamın ayaklarına su döküyor, elleriyle ördüğü yeleği onun omzuna yerleştiriyordu.
Adam boş gözlerle bakıyordu ona.
Kimdi bu kadın?
Tanımaz etmezdi… Nerede benim güzel gözlüm Haticem.
Kadına çirkin çirkin bakıyor, itiyor, kovuyor, hakaretler savuruyordu.
“Sen git! Karım nerede? Benim Hatice nerede? Güzel yüzlüm nerde?”
Bu yabancı kadın o zaman ağlıyor, bazen öfkeden titriyor, bazen de çaresizce yutkunuyordu.
“Hatice benim,” diyordu. “Hatırla… Evimiz burası. Köyümüz burası. Kırk yıllık Hatice’nim ben senin.”
“Yalancı!” diye bağırıyordu yaşlı adam. Gözleri doluyor, sesi çatlıyor, küfürler ederek kadını kovuyordu.
Bazen kendi ellerine bakıyor, yüzünde dolaştırıyor parmaklarını, birkaç tel saçını yolup, “Ne zaman yaşlandım ben? Ben kimim? Burası neresi?” diye mırıldanıyordu.
Sonra yeniden o yabancı kadına bakıp bağırıyordu:
“Komutanım bekler beni! Gitmezsem cezaya koyar. Askerliğimi yaktırmayın bana, bırakın gideyim!”
Köyün içinde yalın ayak koşuyor, kapıları yumrukluyor, önüne gelene ya Karabacak’ı ya da Hatice’yi soruyordu. Köylüler, adamın hastalığını bildiklerinden onu sakinleştiriyor, kaybolmasın diye alıkoyuyor, sonra da karısına teslim ediyorlardı.
– 2 –
Kadın bahçeyi süpürürken adam yine sert bir sesle sordu:
“Karabacak nerede?”
Kadın durdu. O an kalbi titredi.
Karabacak otuz yıl önce öldü… Şu incir ağacının altına birlikte gömdük, diyemedi.
Yutkundu.
“Geziyordur köyde. Acıkınca gelir,” diyebildi yalnızca.
“Gelir ya!” dedi adam, yüzünde bir anda beliren o eski gülümsemeyle.
“Aslan parçam gelir. Üç bacaklı kaplanım… En yakın arkadaşım. Aç kalmasın ha! Güzel güzel kemik haşla, içine ekmek doğra. Aç kalmasın…”
Sonra gözleri dalıp gitti. Bahçe kapısına, tozlu yola… Sanki her an Karabacak o yoldan koşup gelecekmiş gibi.
– 3 –
Çocukluğunda ona dev gibi görünen o büyük incir ağacı şimdi gözüne küçülmüş geliyordu. Dalları yere değiyor, gövdesinin gri rengi yaşlı adamın içine tuhaf bir hüzün bırakıyordu.
Etrafına bakındı. Yıllarca kendisine yarenlik etmiş, birlikte büyüdüğü Karabacak’ı aradı gözleri. Ama yoktu.
Ne zamandır yoktu? Neden yoktu?
Hatırlayamıyordu…
Karabacak üç bacaklı bir köpekti. Ön patilerinden biri kara olduğundan bu adı takmışlardı. Köy çocuklarının sevgilisi, delikanlıların alay ettiği, uysal, tedirgin, ürkek bir hayvandı. Havlamaz, ısırmaz, kimseye zarar vermezdi. İnsanlardan kaçar, sadece Mehmet’in yanında huzur bulurdu.
Mehmet onun hem sahibi hem de en iyi arkadaşıydı. Nerede Mehmet varsa Karabacak oradaydı. Gündüz birlikte oynar, gece birlikte uyurlardı.
Karabacak, muhtarın köpeğinin yavrularından biriydi. Doğar doğmaz ölen kardeşleri olmuş; biri gençlik hastalığından gitmiş; bir dişi yavru şehre gönderilmiş; geriye kalan tek erkek yavru, yani Karabacak, annesiyle birlikte muhtarın bahçesinde kalmıştı.
Yavru köpek o günlerde neşeli, oyuncu, yaramazdı. Ayakkabıları kaçırır, terlikleri saklar, bahçedeki divanın ayaklarını kemirirdi.
Muhtar bir sabah onu severek okşamış, “Köyün işleri beklemez minik,” demişti. “Sen burada bekle, akşama yine oynarız.”
Ve farkında olmadan bahçe kapısını açık bırakıp köy meydanına doğru yürümüş, Karabacak da sessizce peşine takılmıştı.
Yavru köpek yol boyunca bir kemik parçası bulmuş, oyun oynarken o kemik bir evin kapı eşiklerine sıkışmış, Karabacak sinirlendikçe havlamaya başlamıştı. Tam o sırada kapı açılmış, gözleri öfkeyle çakmak çakmak olan adam bağırmıştı:
“Defol git, it!”
Köpek oyuna çağrı sandı bu sözleri. Kuyruğunu sallayarak adama doğru birkaç adım attı. Adam küfrü bastı ve öfkesini kontrol edemeyerek hayvana tekme savurdu. Karabacak korkuyla kaçıştı ancak adam daha da sinirlenmişti.
Kümeslerin arasına sıkışan köpek kaçacak yer bulamayınca duvara baktı.
Adam elindeki kalın dalı kaldırdı.
Sopa köpeğin sağ yanına indi.
Yavru köpek delice bağırdı.
Sopa bir kez daha indi.
Ve bir daha…
Her vuruşta hayvanın iniltisi köyün içini ürpertti.
Sonunda adam baltaya sarıldı. Onu iki eliyle kavradı. Kafasının üzerine kadar kaldırdı. Köpeğin boynunu hedef aldı.
Baltanın ilk darbesi Karabacak’ın sağ arka bacağını kalçadan kopardı.
Yavru bir an ne olduğunu anlamadı; kopan parçaya baktı, sonra bacağının yerinde kalan boşluğa… Kanı yalamaya çalıştı. Sonra acı gökyüzüne değdi. Köyün sessizliği parçalandı.
Adam bir an ne yaptığını idrak edip irkildi, ama durmadı. “Acısını dindireyim,” diye baltayı yeniden kaldırdı.
Tam o anda bağrışmalar köy meydanından duyuldu.
Muhtar koşarak geldi.
Kapıyı kırarcasına açtı.
Manzarayı görür görmez dili tutuldu.
Bir çığlık gibi, tek cümle döküldü dudaklarından:
“Ne istedin şuncağız hayvandan!”
Köpeğini kucağına aldı, bağrına bastı.
Gözyaşları Karabacak’ın kanına karıştı.
Koşarak demirci Hüseyin’e gitti.
Demirci o sabah ocağını yeni yakmıştı.
Muhtar kanlı çarşafla koşarken bağırıyordu:
“Allah rızası için kurtar yavruyu!”
Hüseyin bir an duraksadı. Yavruya baktı.
“Dağla Hüseyin… Dağla yarayı…” dedi muhtar titreyen sesiyle.
Demirci uzunca bir demiri ocağın içinde kızdırdı.
Ateş kızarıp beyaza dönünce, muhtar köpeği masanın üzerine yatırdı.
“Kıpırdatma. Başka yerine zarar gelmesin,” dedi demirci.
Dağlama sesi, o kısacık tıslama, bahçedeki incir ağacının gölgesine kadar ulaştı sanki.
Kan durdu ama Karabacak kendinde değildi.
Muhtar, yavruyu temiz bir çarşafa sardı. Bir komşu gencine yalvarıp ilçeye götürttü. Veterinere vardıklarında güneş batmak üzereydi.
– 4 –
Hatice, kocasını her akşam aynı yerde buluyordu: İncir ağacının altında, toprağın gölgeli kokusu içinde. Adam bazen sessizce oturuyor, bazen toprağı tırnaklarıyla eşeliyor, bazen de avuçlarını ağzına götürüp fısıldıyordu:
“Hadi oğlum… Gel artık.”
Hatice ise her geçen gün biraz daha çöküyordu. Kırk yılını paylaştığı adam artık gözlerinin içine bakmıyordu; hatıralarını, gençliğini, yuvasını unuttuğu gibi onu da unutuyordu.
Bir gün yaşlı adam incir ağacının dibine çömelmiş, başını sağa sola sallayarak kendi kendine konuşuyordu.
“Karabacak bugün çok uzaklara gitti. Sıcağı sevmez o… Ben bilirim. Gölgeye yatar hep. Şöyle kıvrılır… burnunu kuyruğuna dayar.”
Hatice yanına oturup elini tuttu, ama adam elini çekti.
“Sen kimsin?” dedi sert bir sesle.
“Senden bir şey istedim mi ben? Bırak beni kadın!”
Hatice bir an gözlerini kapadı.
Hiçbir şey söylemedi.
Sadece yanında oturup, adamın gittiği uçurumu izledi.
O gün, incir ağacının gövdesinde bir kabuk daha döküldü; güneş ağacın gri gövdesine vurduğunda, yılların çentikleri daha belirgin görünüyordu. Hatice, adamın omzundan kayan yeleği düzeltti. Adam bir anda irkildi.
“Üşüdün,” dedi kadın sessizce.
“Ben üşümem,” dedi adam. Ama sesi titriyordu.
Denizin öfkesini bilen bir kadının sabrıyla, Hatice hiçbir şey söylemedi. Sessizce, onun üşüdüğünü bildiği halde…
– 5 –
Günler böyle aktı. Köy halkı artık yabancılaşan bu adamı tanıyor, kimi zaman uzaktan izliyor, kimi zaman Hatice’ye yardım ediyordu. Mehmet bazen ortadan kayboluyor, bazen evin yolunu unutup komşunun ahırında uykuya dalıyordu.
Bir sabah köyün çocukları kapıya koşarak bağırdı:
“Hatice Teyze! Mehmet Amca yine dereye gitmiş!”
Hatice’nin yüreği bir anda boşluğa düştü. Koşarak dereye vardığında, Mehmet suyun kıyısında oturuyordu. Ayakları buz gibi suyun içinde, elleriyle suyu köpürtüp bir şeyler arıyordu.
“Ne yapıyorsun?” dedi Hatice nefes nefese.
“Karabacak buradan geçmiş olmalı,” dedi adam.
“Elini yalar su içerdi. Şurada… tam şurada dururdu.”
“Mehmet… Karabacak öldü,” dedi Hatice usulca.
Ama adam duymadı bile.
“Bak şu iz! Bu onun izidir. Üç bacak… Bir izi hep kısa olurdu zaten.”
Hatice dizlerinin üzerine çöktü, suya düşen gölgesine baktı.
Kocası, boynundan aşağısı bir yabancıydı artık;
eskiden içinde dünya saklayan gözleri, boş bir oyuğa dönmüştü.
“Mehmet, gel. Üşüteceksin.”
Adam bir anda öfkeyle bağırdı:
“Sen benim karım değilsin! Sen Karabacak da değilsin! Ben sizi tanımıyorum!”
Hatice’nin içinden bir şey koptu.
Ama gözyaşı akmadı.
Adam elini suya soktu, bir avuç su aldı, göğe fırlattı.
“Sen neredesin be oğlum?” diye bağırdı.
Ses dere yatağında yankılandı. Kuşlar bile sustu.
– 6 –
Zaman aktıkça, yaşlı adamın gerçek ile hayal arasındaki perde kalınlaştı. Geceleri uyanıyor, kapıya gidiyor, dışarıyı dinliyor, sonra da:
“Geldi! Duydun mu? Tırnak sesi o…”
Oysa gecenin içinde sadece rüzgârın incir yapraklarına dokunuşu vardı.
Bir gece Hatice uyanıp baktığında yatağın boş olduğunu gördü.
Panikle bahçeye koştu.
İncir ağacının altında Mehmet diz çökmüş, toprağa sarılmıştı.
Toprağa.
O mezara.
Karabacak’ın otuz yıl önce gömüldüğü yere.
“Gelmiş,” dedi adam heyecanla.
“Sıcaklığı burada bak… Toprak sıcacık. Hemen buradan geçmiş.”
Parmaklarıyla toprağı eşelerken bir anda durdu.
Gözleri karardı.
Sesi inceldi, sanki göğsünden değil, geçmişinden geliyordu:
“Hatice… Ben yoruldum.”
Hatice dizlerinin üzerine çöktü.
“Gel, içeri geçelim. Hadi kalk.”
Ama adam kalkmadı.
Toprağa daha sıkı sarıldı, sanki yılların yorgunluğunu o toprağın bağrına bırakmak istercesine.
“Ben artık bulamıyorum,” dedi adam.
“Neyi?” dedi Hatice titreyen bir sesle.
“Karabacak’ı… Kendimi…”
Gecenin koynunda bu üç kelime çınladı.
Hatice gözlerini kapayıp dua etti.
Adam, incir ağacının köklerine başını yaslayıp derin bir nefes verdi.
O nefes… Bir vedaya benziyordu.
-7- SON
O sabah Hatice uyandığında ev sessizdi.
Kahvaltı sofrası kurulmamıştı.
Çaydanlık soğuktu.
İçini bir uğultu kapladı.
“Mehmet?” diye seslendi.
Yanıt yoktu.
Bahçe kapısını açtığında güneş henüz doğmuş, incir ağacının gövdesi altın renkli bir ışıkla boyanmıştı.
Adam ağacın altında yatıyordu.
Kıvrılmıştı.
Tıpkı Karabacak’ın yıllar boyu kıvrıldığı gibi.
Başını toprağın üzerine koymuş, bir elini sanki görünmez bir tüye uzatır gibi ileri doğru uzatmıştı.
Hatice yavaşça yanına çöktü.
Mehmet’in yüzünde hafif bir gülümseme vardı.
28.03.2020 / Celda Y.D.